Benden & Bizden Hikayeler

Ne yesek?

17 Aralık 2015 Perşembe

Kahvaltının Mutlulukla Bir İlgisi Olmalı - Ton balıklı salata ile de...


"Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı" demiş Cemal Süreya. Çok haklı, ama bunu sadece bal kaymağa mı atfetmişti acaba? Hayır fazlası var elbette.. Kahvaltı keyiftir, benim gibiler için çoğu zaman lükstür hatta. Sevdiklerimi doyasıya görebildiğim özel anlardandır. Hala biraz sabah mahmurluğu vardır. Günün de, insan ruhunun da en dingin ve en masum anlarıdır. İstisnalarınız hariç bir düşünsenize, sabahın o ilk saatlerinde kimi isteyebilirsiniz yanınızda? En sevdiklerinizi, en mutlu edenleri. Evet, kahvaltının gerçekten mutlulukla bir ilgisi olmalı.

Türk tipi kahvaltının zenginliğinden bahsetmeye gerek yok! Bal kaymaktan başlayarak, sucuklu yumurtaya, menemenden çeşit çeşit hamurişlerine uzar bu liste. Ben biraz sıradışılıktan yanayım kahvaltıda. Öyle tek başına peynir, zeytin ya da bal, kaymakla işim olmaz. Her sabah aynı şeyleri yemekten pek haz etmem. Ne mi tercihim? Peynir zeytinin yanına akşamdan kalma soğuk köfte, ya da lahmacun... Mutlaka bir simit ya da börek vb vee acılı ekşili bazı yancılar! :)

En sevdiğim kahvaltılıklardan,  ton balıklı salata şöyle bol yeşil soğanlı ve limonlu :)
Alt tarafı salata, tarife ne gerek var demeyin. İşin sırrı ince kıyılmış bol yeşil soğan ve maydonozdan oluşması. Az biraz kornişon ve mısır... Sonra bol limon ve zeytinyağı! 

Hadi şimdi mutlu edelim kendimizi, en sevdiklerimizle birlikte :)


25 Ekim 2015 Pazar

Muzlu Rulo Pasta

Haftalardır Yiğit'e kek yapıyordum ki çocuk artık  bir yerde isyan etti :)
-Anneciim, biraz da başka tatlılar, pastalar yapsanaa!!

-Yapmaz mıyım yavrum, yapmaz mıyım oğlummm!! diyerek, kekten daha hızlı ve  kolay ne  yapabilirim diye araştırmaya başladım ve kekle kapışacak hızda ve kolaylıkta muzlu rulo pastayı hatırladım!

Malzemeler:

Pandispanya için
- 4 yumurta
-1 çay bardağı toz şeker
-1 çay bardağı un
-1 paket kabartma tozu
-1 paket vanilya

İç ve dış kreması için (en kolayından;))
- 2 paket kakaolu puding
- 1 litre süt

2 adet muz

Yapılışı:

4 yumurta ve şekeri çırpıyoruz. Karışım beyazlayınca, üzerine un, kabartma tozu ve vanilyayı ekleyip biraz daha karıştırıyoruz. Fırın tepsisine yağlı kağıt serip, üzerine ince bir şekilde hamuru yayıyoruz. 200 derecelik ısıtılmış fırına koyuyoruz, pembeleşene kadar pişiriyoruz. Piştikten sobra, fırın kağıdı ile birlikte keki birkaç kez rulo yapıp açıyoruz ki kolay şekil alsın ve kağıttan ayrıldın.
Diğer taraftan, 2 paket pudingi 1 litre süt ile hazırlıyoruz. Pişen pudingi, kağıdından ayırdığımız pandispanyanız üzerine döküyoruz (üstü için de bir miktar kenara ayırmalıyız). Muzları dizip, rulo şeklini veriyoruz ve kalan puding ile rulonun üstünü kaplıyoruz. Soğuduktan sonra buzdolabında bir gün beklemeli...

Afiyet olsun:)


17 Ekim 2015 Cumartesi

Sebzeli Balık Çorbası

Malum, mevsim kışa döndü. Balık, okul ve hastalık sezonunun aynı döneme denk geldiği düşünüldüğünde hasta çorbası olarak da prim yapabilecek enfes bir lezzet balık çorbası. Yapımı ise çok kolay! değil, kabul... Orta zorlukta :)

Malzemeler:
Beyaz etli herhangi bir balık türü (bir küçük çorba kasesi kadar eti çıkmalı)
1 adet dolmalık biber
1 adet kapya biber
1 adet havuç
1 adet küçük patates
Yarım kabak
1 adet soğan
4 diş sarımsak 
2 adet defne yaprağı
Tuz, karabiber, limon
Meyanesi için: 3 kaşık un, su, tereyağı
Piştikten sonra eklemek üzere:
1 tutam maydonoz, dereotu
2 dal yeşil soğan

Yapılışı:
Az sıvı yağda küp küp doğranmış tüm sebzeleri kavuruyoruz. Üzerine su ekleyip pişiriyoruz.
Aynı zamanda balığı fırında pişirip, etlerini ayıklıyoruz. Ayrı bir tavada unu tereyağı ile kavurup, su ekleyerek eritiyoruz ve pişen sebzelere ekliyoruz. Son olarak balık etlerini de çorbaya ekleyip, tuz, karabiber limonla tatlandırıyoruz ve 5 dk daha pişiriyoruz. Ocağın altını kapadıktan sonra, doğranmış maydonoz, dereotu ve yeşil soğanı ekliyoruz...

Çorbayı içmeden  önce limon sıkıp, pul biber ile şenlendiriyoruz... Enfes oluyor, enfesss!!
Afiyet olsun;)


14 Eylül 2015 Pazartesi

Mesai Uzun Kurumsal Anne!

Yoğun, sıkıcı ve sıcak bir yazı geride bıraktık. Artık yavaş yavaş evlere girme, uzun akşamların tadını evde çıkarma zamanı... Koskoca bir yazı iş seyahatlerinde, tatillerde, düğünlerde ve tüm akşamları da dışarıda çay sohbetlerinde geçirdikten sonra Yiğit'in sessiz çığlıklarını duyabildik. 

Bütün bir yaz sürekli anneannede kalma isteği ile yanıp tutuşan oğlum, birkaç günlük iş seyahatim sırasında:
-"Anne seni hiç özlemedim, sakın gelme. Ben seksen gün anneannemde kalıcam" sözü ile son ültimatomunu da vermişti aslında.

Önce anlamak istemedim, olsun anneannesi ile iyi vakit geçirmesinden mutluyum dedim. Zaten anneye çok bağımlı bir çocuk olmasın dedim. Ama sonra içimi bir kurt kemirmeye başladı. Neydi anneanneyi bu kadar cazip kılan ve beni bile aratmayan? 

Öğrendim ki anneanne onun çocuk ihtiyaçlarını elindeki imkanlarla çok güzel doyuruyor. Misket oynuyorlar, ceviz boyuyorlar, birlikte kurabiye yapıyorlar, çiçek ekiyorlar... Beraber pazara gidip meyve seçiyorlar, kışa hazırlık salça yapıyorlar. Nohutlarla sayıları öğreniyor, mandallardan kuleler, çamaşır sepetinden gemiler yapıyorlar. Gazete kağıdından uçak yapıp uçuruyorlar, benim oğlum pilot oluyor... 

Peki ben ne yapıyordum? Oğlum çok yorgunum, gel sana sarılayım.... Gel beraber uyuyalım... Seni çok seviyorum, gel yanıma otur... Ben bilgisayarda iş yapayım, sen de boyama yap? Ben Cafe'de bir Çay içeyim, sen de etrafta koştur... 
Çocuk enerjisine yetişemiyor, kaliteli zaman geçirmeyi ona güzel sözler söyleme ve okşama ile sınırlı tutuyordum. Oysa onun çok daha fazlasına ihtiyacı var! 

Dün oğlumdan son gelen mesaj ile aslında çok açık olan bu duruma el koymam gerekti. 
- Anne ben senle kek yapmak istiyorum. Ama keki yemek istemiyorum!!!
Yeterince netti. Hemen mutfağa girdik, kekimizi pişirdik. Yiğitten beklendiği üzere, kokladık ama yemedik:)

Şimdi elimde çocukla yapılacaklar listesi, her güne bir oyun, her güne bir aktivite. Anlayacağın çok işin var, mesai uzun kurumsal anne :)


5 Haziran 2015 Cuma

İstanbul Oldum

Evet gerçekten, ben İstanbul oldum! 34 yaşıma bastım ve geçen yıllardaki gibi tedirgin değilim. Zamanla barışıyorum, onu anlamaya çalışıyorum...

Herşey 30 yaşımda başladı, Yiğit’in doğumundan sonra. Herkes için bambaşka bir hayatın kapılarını açan yeni doğmuş bir bebek, benim için yaşlanıyorum stresinin de başlangıcı oldu. Onun büyüdüğünü görmek ne kadar heyacan vericiyse bir o kadar da düşündürücüydü, çünkü onun için akan zaman beni teğet geçmiyordu. O büyürken, ben de yaşlanıyordum. Uzatmalı lohusalık bunalımım,  bu fikri hep bir yerlerde canlı tutuyordu.


Duydunuz mu bilmem, “doğum yapmak yenilenmektir, arınmaktır” derler... İtiraz ediyorum! Doğumdan sonra yenilenmiş bir beden bekledim ama aksine uzuca bir süre kendimi güçsüz, ışığı sönmüş, yaşlanmış hissettim. Benim için gençlikten orta yaşlılığa atılmış çok net bir adım oldu doğum. İşte bildiğiniz, kendimce “yaşlanıyordum”!
Ama nedense bugün öyle düşünmüyorum. Hayır tabi ki artık genç değilim ama artık gençken olamadığım birçok şeyim:

- Artık daha bir kadınım, genç bir kızken anlayamayacağım kadar kadın. Hissettiğim özgüven, yaşadıklarımdan öğrendiklerim çok fazla. 10 yıl öncesinden çok daha güzel hissediyorum kendimi ve çok daha deneyimli. Ayaklarım nasıl da yere sağlam basıyor ve kendimi nasıl da iyi tanıyorum...

- Artık daha bir anneyim. Hamilelikte, lohusalıkta, 1 yaşında olduğu gibi değil. Daha güçlü ve donanımlı olması gereken bir anneyim. Benimle bir yetişkin gibi iletişime geçebilen, benden beklentisi süt ve temel bakımdan çok daha fazlası olan 4 yaşındaki bir afacanın annesiyim. Biliyorum ki O, 18 yaşında olduğunda çok daha bir anne olacağım...Ya bir de ikincisi olursa? :)

- Artık daha bir eşim...O’nunla ortaklığımız arttı, beraber geçen yıllarımız, beraber sevindiklerimiz, üzüldüklerimiz. Artık ikimiz de daha fazla biliyoruz elimizdekilerin kıymetini.

- Artık daha bir evlatım. Anne olunca bunu daha iyi anladım. Ve aslında kaç kez anne olursam olayım asla annem gibi bir anne olamayacağımın da farkına vardım.


Peki ya dahası? Deneyimli bir iş kadını, yaz akşamlarında iki çift lafın belini ince belli çay ile kıran bir komşu, eş, dost, akraba, sırdaş. Hadi ama, hepimiz böyleyiz ve böyleydik aslında değil mi?
Hayır, artık hepsini daha fazla hissediyorum. Zamanı, duyguları ziyan edebilecek lüksümüz yok. Ne yaşıyorsak tadını çıkara çıkara, ne yiyiorsak ağzımızı şapırdata şapırdata yeme zamanıJ Göz altındaki kırışıklıklara bakıp bunalıma girme değil, kendini onlarla sevme zamanı. Cildinin 20 yaşındaki ışıltısı ile değil hayat enerjin ile gözündeki ışık ile parlama zamanı..

İşte böyle sevgili 34 yaşım, ben zamanla sendeyken barıştım. Seninle İstanbul oldum, İstanbulun her haline alıştım...
(...ve Yazar, 34'ünden sonra Şair'e dönüşür :P)
 


4 Mayıs 2015 Pazartesi

Zeytinyağlı Enginar: Pek bir faydalı ve kolay yemek

Şanslı çalışan annelerden biri olarak üç buçuk aylık oğlumu anneme bırakıp öyle başlamıştım işe. Annem Yiğit üç yaşına gelene kadar ona bizim evimizde baktı ve Yiğit'e baktığı süreçte  hafta içi bizde kalıyordu. Sevgili babam ve babaannem ise bu üç yılda tam bir bekar hayatı yaşadı, yemek, bulaşık, çamaşır ve daha neler neler...

Bu süreçte enginar, yemek konusunda hepimizin kurtarıcısı olmuştu. Haftasonu annemin pişirdiği yemekler babamları çarşambaya kadar idare ediyor  sonrasında babam açığı zeytinyağlı enginar pişirerek kapatıyordu. Pişirmesi çok kolay, hızlı ve çok lezzetli. Ayrıca bilirsiniz, enginarın memleketi Bayrampaşa. Hemşehrilik de var yani :) Enginar babam içim nasıl bir kurtarıcı olduysa, benim için de öyle. 5 dakikada hazırlayıp, 15 dakikada pişiriyorum daha ne olsun? Biliyorum bazılarımızda ciddi önyargılar var enginara karşı, ben enginarsız geçen 20 yılıma yanıyorum, varın siz düşünün lezzetini!! İşte benim enginar tarifim:

Malzemeler
-4 adet enginar
-1 orta boy soğan
-1 küçük şişe garnitür
-4 küp şeker
-1 limon
-1/2 çay bardağı zeytinyağı
-Süsleme için Dereotu
-Tuz

Yapılışı
Enginarları limon ile ovalayıp tava tipi tencereye yerleştiriyoruz.
Söğüş doğranmış soğanları her bir enginar çanağının üzerine yerleştiriyoruz.
Üzerlerine aldığı kadar garnitürden koyuyoruz. Her bir enginar çanağı için birer küp şekeri garnitürlerin

üzerine yerleştiriyoruz.
Bir limonun suyu ve zeytinyağını her bir çanağın üzerine kaşık yardımı ile döküyoruz.
Yarım su bardağı suyu ve istenen miktardaki tuzu tencereye koyup, kapağı kapalı şekilde kısık ateşte 15-20 dakika pişiriyoruz.
Dereotu ile servis yapıyoruz.

Bilirsiniz, duymuşsunuzdur, enginarın faydaları saymakla bitmiyor. Google'dan hepsine rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Beni en çok etkileyen faydası, karaciğer fonksiyonlarını düzenlemesi, karın ağrısı, mide bulantısı, şişlik vb. sindirim sorunlarını gidermeye ve kan şekerini düzenlemeye yardımcı olması. Enginar benim için gastrointestinal mucizesi, rahmetli anneannemin lafıyla da; midemin çok hoşuna gidiyor:) Kalp, kolesterol, hücre yenileme vb. diğer tüm etkilerini de siz araştırısınız artık;)

Afiyet olsun...

1 Mayıs 2015 Cuma

Annem: Rukiye Hanım

Ben her akşam okul dönüşü mis gibi yemek kokularıyla karşılanırdım evimde.
O yemeği beğenmezsem de hemen makarna pişirilirdi bol salçalısından ya da patates kızartılırdı hem çıtır çıtır hem lokum gibi...
Her hafta başında bir kilo yufkadan börek sarılırdı, kek ve kurabiye mutfağımızdan hiç eksik olmazdı.
Hiç çorbasız, salatasız kalmazdı sofralarımız. Karda kışta kombisiz evin buz gibi soğuk suyunun altında defalarca yıkardı yeşillikleri, üşenmeden, söylenmeden... Çatlardı elleri, kanardı... Krem sürerdi her gece ama geçmezdi.

Pek tayt, şort giymedim küçüklüğümde. Hazır giyim bu kadar yaygın değildi, biryerlerde vardıysa da bize yakın değildi:) Parçacıdan 4 farklı kumaş alır, 4 günlük kurban bayramına 4 farklı elbise dikerdi, şapkasıyla, çantasıyla... Prenses gibi gezerdim, gözüm hiç kalmazdı taytta, şortta, hazır olanda.

Okul gömleklerimi, çoraplarımı hiç takip etmezdim ertesi güne varmı, yıkanmalı mı diye.. Çünkü hep bir temiz takım olurdu sabahları başucumda.. Onu öpmeden çıkmazdım yola. Tüm gün, anlatacağım herşeyi hafızama kaydeder tek bir ayrıntı bile atlamazdım.. En büyük sırdaşımdı. Bir solukta anlatırdım herşeyi, sanki o günü benimle beraber yaşardı. En çok ona ağlar, en çok ona gülerdim. En çok ona kıyamaz, yine de en çok onu üzerdim... Nazım ona geçerdi, hatrım, yüküm... Hepsini o çekerdi.

Uzuun yaz tatillerinde deniz diye tuttururdum, terasa çıkarırdı leğenleri, kova kova suları, güneşin altında saatlerce oynardım. Aramazdım denizi... Pikniğe giderdi birileri, görürdüm. Bir iç çekerdim, duyardı sesimi, hemen arka bahçeye sererdi kilimi, getirirdi ekmeğimi, peynirimi...Ben öyle sevdim ki o piknikleri. Hepsinde, herşeyde onun aklı, fikri, eli, emeği vardı... Nasıl sevilmezdi...

Anlatmakla bitmez elbet yaptıkları... Asıl derdim şu; peki ben ne yaptım ona? Yorgunum, dersim var, moralim bozuk dedim...  Kaç kez yıkadım o demir gibi soğuk suyun altında bulaşıklarını? Kaç kez yıkamasına yardım ettim halılarını? Ne zaman beraber yaptık badanasını? Bayram temizliği, süpürgesi,  alışverişini... Ne kadar aldım ki üzerinden yükünü?

Sahip olduklarımla çok mutlu bir çocuk, çoğumuz gibi mutsuz ve doyumsuz bir ergen ve sonrasında ayakları yere basan bir genç oldum.  Evlendim, ben de anne oldum. Ve O, benim oğluma benden daha  çok anne oldu...
Kendimi bildim bileli sırtımı dik tutan bir el, yanağımda bir öpücük, ağladığım bir omuz, gün gibi gülüşüm oldu.

Annem; ne kadar anlatsam yetmez adadığın hayatı anlatmaya. İyi ki varsın, iyi ki benim annem olmuşsun, iyi ki sen olmuşsun. Anneler günün kutlu olsun.

19 Nisan 2015 Pazar

Mücver : Çocuğa sebze yedirmenin kolay yolu

Başlık zaten herşeyi özetliyor... Yiğit'e bu kadar kolay bir şekilde kabak, havuç, lahana ve patates yedirdiğim hiç olmamıştı. İçindeki bol yeşillik ve yanındaki yoğurt da ekstrası...
Yani her zaman söylemem bilirsiniz, bu kez hatasız ve enfes bir lezzet çıktı ortaya, ben bayıldımmn!

Malzemeler:
2 orta boy kabak
2 orta boy havuç
1 patates
1 avuç içi kadar beyaz lahana
5 dal yeşil soğan
Birer avuç dolusu maydonoz ve dereotu, hatta varsa birkaç dal roka
3 yumurta
5 yemek kaşığı kadar un
1/2 paket kabartma tozu
Tuz, karabiber, nane, çörekotu, kırmızı biber ( isteğinize göre )
1/4 çay bardağı zeytinyağı

Hazırlanışı:
Kabak, havuç, patates ve lahanaları rendeliyoruz. Yeşil soğan ve yeşillikleri doğruyoruz. Üzerine yumurtaları, un, kabartma tozu, tuz, yağ ve baharatları ekleyip iyice karıştırıyoruz. Birer yemek kaşığı karışımı yuvarlak şekilde teflon  tavada yayarak, az yağda (yapışmayacak kadar) pişiriyoruz.




Çok yağda kızartmadığınız için mücverin içi nispeten az pişmiş ve yumuşak kalıyor ve rendelenmiş sebzelerin tek tek tadını alabiliyorsunuz. Bu sebeptendir ki tadı sebzeli çin böreğine de pek bir benzemişti. Hal böyle olunca, yoğurt ne kadar yakışıyorsa mücverin yanına, soya sosu da bir o kadar yakıştı...
Afiyet olsun:)





Bir Doğum Günü Kurabiyesinin Dramı



Şunu bilir şunu söylerim, ne oldum değil ne olucam diyeceksin... Benim kurabiyelerin dramı da işte böyle başladı.
Geçen haftasonu Yiğit'in doğumgünü vardı. Dışarıda bir restoranda yaptık organizasyonu, herşey hazır hiç yorulmama, sıkılmama gerek olmayacak şekilde. Misafir gibi gidicem, sünnet çocuğu annesi gibi kasılıcam, garsonlara üç beş yön vericem. Sonra oohhh gelsin pastalar, fotoğraflar, kutlamalar...

Ama sonra bir kurt düştü içime! Bizim annelerimizi senelerdir delik deşik eden bu kurt beni de ufak ufak kemirmeye başladı...
Ama bu kadar hazırcılık benim gibi bir anneye yakışır mı? Tamam çalışan bir anneyim ama ele güne ayıp olmaz mı bu kadar rahatlık? Restoranda da kutlama yapıyor olsam, elimin lezzeti!! değmeliydi kutlamaya :) En azından şekilli ve lezzetli doğumgünü kurabiyeleri yapabilirdim...

Bu şevkle malzemelerimi toparladım hatta işin en başında kurabiyeleri royal icing ile kaplayıp, harika görseller çalışmayı bile planladım!! Sonra silkindim ve kendime geldim: Tamam daha basit düşünmeliydim. Sürprize mahal vermeyen çok basit ve lezzetli bir kurabiye tarifimi çalışmaya başladım.

Malzemeler:
125 g tereyağı
2 su bardağı un
1 su bardağı pudra şekeri
1 yumurta
1 paket vanilya
1 çay kaşığı tarçın
Yeteri kadar Smarties (minik bonibonlar)

Hazırlanışı:
Oda ısısndaki tereyağını, pudra şekeri ve yumurta ile bir kapta karıştırıyoruz. Sonra üzerine un, vanilya ve tarçını ilave edip güzeeelce yoğuruyoruz. Hamur kulak memesi! kıvamına gelince şekillendirmeye hazır oluyor. Hamuru iki yağlı kağıt arasında merdane ile 7-8 mm inceliğinde açıp, kalıplarla şekil veriyoruz. Üzerine şekerlemeleri yapıştırıp, 170 derecede önceden ısıtılmış fırında pişiriyoruz. Çok kolay ve hızlı pişiyor, aman üstünün kızarmasını beklemeyin!


Ama, tek bir küçük hata herşeyi altüst edebiliyor. Öğrenciyken teknik resim dersinden de ite kaka geçmiş, mühendis diplomalı ben!!, 7-8 mm açılması gereken hamuru 2-3 mm açmış olmalıydım ki fırından kurabiye çıkmasını beklerken, sevimli bisküvilerle karşılaştım!!??? Zaten hamuru şekillendirme ve tepsiye koyma kısmı da bu sebepten olsa çok sancılı geçmişti.. Kabartma tozu bile koymadığım bir hamurun pişerken kabaracağını mı hayal etmiştim acaba?? :)

Yapacak birşey yoktu, herşeye rağmen çok lezzetlilerdi.. Güzel bir tabakta güzel bir sunumla hala çok çekici duruyorlardı.

Utanmadım, restorana da götürdüm kurabiyeleri, pardon bisküvileri!! Şaşırdım ben de ama çok beğenildiler! En çok da 1,5 yaşındaki minnoşumuz Sare beğendi :) Aynı zamanda ideal bir diş kaşıyıcıydılar çünkü!! :))) Ve işte o herşeyi hazır, kurabiyesi de bisküvi olan doğumgününden diğer birkaç kare...
Mutlu Yılların olsun oğluşum, annen sana kurabiye de pişirir elbet !:)








 

Hasta ve Ayakta

Hafta içi hastaydım, evet hem de çok hasta... Tarifsiz bir baş ağrısı yakamı bırakmadı aralıksız iki gün.. Grip mi olucam derken neyse köşesinden döndüm. Bu gibi durumlar evli ve çocuklu bir ailede başa gelebilecek en talihsiz olaylardan biridir. Zira, eş ya da evlat hasta olabilir ama evin annesinin böyle bir hakkı yoktur. Hasta eş ve çocuklar, anne tarafından en mükemmel şekilde bakılır. En terbiyelisinden tavuk suyuna çorbalar yapılır, ıhlamurlar kaynatılır, ilaç saatleri itinayla takip edilir. Peki ya anne hasta olduğunda?

Valla yazmak bile gelmedi içimden ne kadar çaresiz kaldığımızı böyle hastalık zamanlarında.Sürüne sürüne kendi çorbanızı kaynatırsınız, çocuk eteğinize yapışık vaziyettedir hep. Mutfakta dünden kalan bulaşıklar:((( ve yine de inleye inleye işe gidersiniz...
Aman siz siz olun, sıkın dişi iyi bakın kendinize.


Aslında, benim bu kış mucizem D vitaminiydi. Kemik gelişimine faydalıdır diye genel geçer bilgim vardı ama faydaları saymakla bitmiyormuş. Kışın başı öyle zor geçiyordu ki iki haftada bir başım gripten yastığa düşüyordu. Bağışıklığım yerlerdeydi... Sonra tesadüfen farkettik; D vitamini seviyem ciddi eksiklik sınırının da altına inmiş:( Malum plaza çalışanıyım, sabah güneş doğmadan evden çıkıp akşam karanlığında eve girince güneş ışığı bir hayal.. D vitaminini de en etkin şekilde alabileceğimiz kaynak, tam öğle vakti 12-1 arası direkt (koruyucusuz) olarak güneş ışığına maruz kalmak. Aslında yaman bir çelişki bu, güneşin zararlı ışınlarından en çok sakınmamız gereken zaman diliminden bahsediyorum. Ama çok değil 15 dakika kollarımızı açsak güneşe, olur bu iş. Doldurabiliriz D vitamini depolarımızı.. Sonuç olarak her gün 15 dakika bu güneşin altında yürüyüş yapmıyorsan bil ki D vitamini eksikliğin var. Ve söylenene göre dünyanın yarısında bu eksiklik varmış!! Tabi kışın ortasında güneş bulmak zor, gıdalardan almak da o kadar kolay değil, bu sebeple D vitamini takviyelerine verdim kendimi. Bu kadar mı hızlı sonuç alınır? Stresimin azaldığını, sinir sistemime iyi geldiğini söyleyebilirim.. Bağışıklık sistemimde de ciddi bir iyileşme oldu o süreçte, hiç kış hastalıklarına yakalanmadım. 
Aslında genel yaklaşımım takviyelerden, vitaminlerden uzak durmak tarafındadır. Vitamini, minerali gıdalardan, doğal yollardan almak en ideali, ama böyle inadı bırakmayı gerektiren durumlar da olabilir tabii...
Eh, bundan sonra güneş bizimle, fırsat bulup kaçıcaz öğle vakitlerinde. Hadi o zaman, sağlıkla mutlulukla başlayalım bahara :)


17 Nisan 2015 Cuma

“ İçerdeki Çocuklara” Anaokulu


11 Nisan 2015 Cumartesi

O odada neler oluyor?

AVM Bebek bakım odası deyip geçmeyin... 
En koyu ve en geçici dostlukların kurulabildiği nadir alanlardan biridir. Bir daha görmeyeceğinizi bildiğiniz insanlarla neler neler paylaşıp ve sonra hiç birşey olmamış gibi çıkıp kapıdan gidersiniz... Onbeş yirmi dakika içinde onlarca paylaşıma, kıyaslamaya ve kıskançlığa şahit olursunuz!!! 

Hele birde aynı anda 7-8 kişinin kullanabildiği odalardan birindeyseniz, ortamın kadınlar gününe dönmesi an meselesidir: 
"-Ay maşallah sizinki kaç aylık?"
Bu gibi durumlarda, 4 aylık bebeğe "-6 aylık teyzesi" demek adettendir.. Nazar değmesin aman..
Sonra, aynı anda emzirmeye başladığınız bir anne ile gizliden gizliye bir takip başlar, bırakmak istersiniz emzirmeyi ama o hala devam etmektedir, "-neyse az daha emsin bari...:)" der bir iç çekersiniz...
Emzirme süresince, rahatlıkla başka bir sürü şeyi daha kıyaslama fırsatı bulabilirsiniz ;)
Ya da, muhabbete başlayıp o kısacık zaman dilimine, diş sayısı, dışkılama sıklığı, uyku düzeni, iştahı, vb. onlarca konuyu sığdırabilirsiniz. İnternette bile bulamayacağınız deneyimler, sohbetler, canlı karşılaştırmalar!! ve tabii bir sürü komik hikayeler:)))

Bir keresinde, bir bebek bakım odasında Yiğitin altını değiştiriyorum... Daha iki aylık ve hatırı sayılır şekilde kaka yapmış. O zamanlar ishal konusuna takıntım var, doktordan da almışım bilgiyi: kaka rengi yeşile dönerse, yapışkan görünürse ve kötü kokarsa sıkıntı var demek... Böyle koklayıp dururken alışmışım, her seferinde iyice gözlemliyorum, kokluyorum, kokluyorum, kokluyorum...:) Bu arada sadece anne sütü ile beslenen bebeklerde kaka hiç de kötü kokmaz, aksine bence enfes kokar.. İşte böyle bir trans halindeyken biri girdi içeri ve bana bakakaldı. Hiç istifimi bozmadım, devam ettim ve sonra herşey normalmiş gibi kadının yüzüne bakıp gülümsedim. Kadın dayanamadı:
- Pardon ama neden öyle derin derin kokluyordunuz bezi?? 
Cevabım tabii ki hazırdı, ne yani alışkanlık oldu koklamadan duramıyorum mu diyecektim:)
- Aaa hanımfendi, tam ishal mevsimi dikkat etmek lazım. Kakayı, rengini, yapısını, kokusunu hep kontrol edin... Geç olmasın sonra aman dikkat!!!
Gülümseyerek odadan çıkarken arkamda deriin derin çocuğunun kakasını koklayan bir bayan bırakmıştım:))) 
Hayır pişman değilim, bence yine de iyi bir nasihatti bu...

Sonuçta, bu kadar çok anneyi bir arada bulabileceğiniz, canlı canlı deneyimlerinizi paylaşabileceğinz başka bir  alan yoktur, iyi değerlendirmek lazım.
Anne adayları, bu odaları bir kez görmeden doğurmayın, size de staj olur;)
Sevgilerimle...

9 Nisan 2015 Perşembe

Kapuska: Bir Kış Güzellemesi


Malum kışın biteceği yok...

O zaman tadını çıkarmaya devam etmek gerekir :)

Bu yazıyı şu an okumaya devam ediyorsanız sizi gönülden tebrik ettiğimi bilin. Başlıktaki "kapuska" kelimesi okuduktan sonra olanca hızıyla sayfadan çıkan birsürü kişi olduğuna eminim.

Onlar kolay olanı tercih edenler..

Herkes bilir et yiyip mutlu olmasını, herkes kolayca pişirir eti, köfteyi!

Ama marifet kapuskayı pişirmek, sonra da onu yiyip mutlu olmakta :)

Evet öyle çok seveni yoktur. Dolma, salata, turşusu daha çok tercih edilir. Evdekilere -kapuska yaptııımm!! dediğinizde derin bir sessizlik olur.. Ama ben gerçekten çok severim. Bazı sebzeler vardır ki tadından bağımsız yediğim zaman kendime çok büyük iyilik yaptığımı düşündüren... Lahana da bunlardan biri, bu sebepten  kapuskaya da  motivasyonum çok yüksek :)

Size de tavsiye ederim, kapuska iyidir hele benim gibi sucuklu pişiriyorsanız mükemmeldir :))) Ve işte tarifi...

Malzemeler:

-          Küçük boy kapuskalık lahana (Daha gevşek, büyük yapraklı ve oval lahanalar dolmalıktır, sıkı ve yuvarlak olanlarını tercih etseniz daha iyi olur)
-          Bir büyük soğan
-          Yarım çay bardağı pirinç
-          2 yemek kaşığı salça
-          Sucuk (yarım yada çeyrek kangal olabilir- tamamen keyfinize göre)
-          Sıvı yağ, tuz

Hazırlanışı:

-          Soğanları küp küp doğruyoruz ve sıvı yağda kavuruyoruz
-          Salçayı ilave edip kavurmaya devam ediyoruz
-          Doğranmış lahanaları ekleyip bir miktar kavuruyoruz.
-          Son olarak küp küp doğranmış sucukları, pirinci ve suyunu, tuzunu koyup düdüklü tencerenin kapağını kapatıyoruz. 20 dakika pişiriyoruz.

Önemli Notlar:

-          Suyunu çok koymamaya özen gösterin, sebzelerin üzerine çok çıkmasın.
-          Düdüklü tencerenizin pişerken ne kadar su kaybettiğini de göze alın.
-          Normal tencerede de pişirebilirsiniz biraz daha uzun sürebilir.
-          Yine de ilk denemenizde az miktarda yapın yemeği ağız tadıdır sonuçta, beğenmezseniz ziyan olmasın :)

Ben pişerken küçük arnavut biberlerinden de atıyorum içine ve mutlaka biraz limon sıkarak yiyiyorum. Şiddetle öneririm size de!

Afiyet olsun!




Sütünün Son Damlası


Anne sütü mucizedir...

Senelerce estetik kaygıların konusu olan bir organının bambaşka bir fonksiyonu ile karşılaşıyorsun çünkü... Tamamen kontrolün dışında bir mekanizma işliyor bu süreçte. Orada, içerde birşeyler oluyor hissediyorsun ve sen sadece üzerine düşeni yapıyorsun. Bebeğinle karşılaştığın ilk andan itibaren, en idealinde 2 yaşına kadar...

Anne sütünü desteklemek tüm ülke otoritelerinin önde gelen politikaları arasında. Bu politikaların bir parçası olan doğum ve süt izninde ise maalesef dünya çapında ortak bir uygulama yok.
Ve çalışan bir anneyseniz eğer, evet anne sütü gerçekten bir mucize! 

- Bir elinizde laptop diğer elinizde süt sağma makineniz koşturup durursunuz ofiste...

- İki toplantı arasında süt sağıp, hızlıca biberonları sterilize edeyim derken sağdığınız sütü dökmeniz ya da kaynamış su ile elinizi yakmanız çok muhtemeldir (ben çok yaktım elimi..)

- İki toplantı arasını kaçırdınız mı, sağamadınız mı? Eyvah, içim gıcıklandı bak şimdi !!

- Hele bir de ofis dışı toplantılarınız çoksa, önce gittiğiniz mekanın mutfak sorumluları ile samimiyet kurmanız gerekir. Zira, sütleri koyacak bir dolaba ve temizlik için kaynar suya ihtiyacınız vardır.

- Tabi bir de akşama bebeğinize içireceğiniz o sütü başkasının eline bırakma hissi !!

- Uçak ile seyahat sırasında, her X-ray geçişinde elinizdekinin anne sütü olduğunu tekrar tekrar açıklamak durumunda kalırsınız.

- Birkaç günlük seyahatlerinizde ise muhafaza edemeyeceğiniz için, içiniz yana yana dökersiniz o sütleri :(

- Sütüm olsun da, katlanırım bütün bunlara diye telkin edersiniz kendinizi, annesiniz siz!

- Ama hala kadınsınızdır ve bastırmaya çalışsanız de görsel kaygılarınız hep vardır.

Evet bunları yaşadım ama yine de  şanslıydım, bir emzirme odasına, sıcak suya, buzdolabına erişimim vardı. Anne bebek dostu bir işyerinde çalıştım. 2 yaşına kadar olamadı  ama Yiğit beni bırakana kadar ben onu bırakmadım. 

En uygun çalışma ortamında bile hiç kolay değildir,  bebeğinle berabermiş gibi süt verme disiplinini sağlamak ve aylarca sürdürmek. 

Ama o kadar çok anne var ki etrafımda doğumdan 3 ay sonra çalışmaya başlayan ve canla başla son damlasına kadar sütü için çabalayan...

İşte bu yazı onlar için...

 

3 Nisan 2015 Cuma

Bir Akşam Yemeğinin Sahne Arkası!

Klasik bir cuma akşamını yaşadığımı sanıyordum.
Akşam 6'da eve adım atmış önce cevaplanmayı bekleyen bir takım mailleri cevaplamış ve sonrasında da mutfağa girerek akşam yemeği hazırlıklarına başlamıştım.
Durum sandığım kadar da iç açıcı değildi.. Hafta başında pişirdiğim yemekler neredeyse bitmiş, hafta içi annemden getirdiğim dolmaların çoğu eve temizliğe gelen hanım tarafından haklı olarak yenmişti.


Yorgundum, yemek pişirmek gözümde büyümeye başlamıştı. Acaba sipariş mi verseydim? Yok, vazgeçtim. Tabii ki hızlıca birşeyler hazırlayabilirdim, oğlum ev yemeği yemeliydi bu akşam. Hem belki ortaya güzel bir şeyler çıkarırsam bloguma da koyabilirdim. En hızlı ne olabilirdi?
Mantar Çorbası ve Fırın Poşetinde Sebzeli Tavuk !

Bundan sonrası için bir uyarı yapmak istiyorum. Sizi bu yazıda, özel açı ve filtre ile çekilmiş şaheser yemeklere ait fotoğraflar beklemiyor. Bazen olur ya hiçbirşey yolunda gitmez, sevgi katmadığınızda zorla yaptığınızda her türlü aksaklık olur? İşte öyle bir akşamın bilançosunu paylaşıyorum.

Yemek tarifleri paylaşan blog sahiplerinin fotoğraflamadıkları, sakladıkları  sahne arkası görüntüler..
Asla paylaşmadıkları hatalar... Hepsi burada :)

Yeşil Soğanlı Kremalı Mantar Çorbası

Tadı ve aroması nispeten az olan kremalı çorbalarda hep bir teşvik edici ilaveye ihtiyaç duyarım: baharat, ot vb. Kremalı mantar çorbasını pişirmeye başlarken de üzerinde bolca ince kıyılmış yeşil soğan ve dereotu hayal ettim.

Ve işte malzemeler:
300 g kıyılmış mantar
3 yemek kaşığı un
1/2 paket krema
1 kaşık tereyağı ve sıvıyağ
2 dal ince kıyılmış yeşil soğan ve bir tutam dereotu
Tuz

Yapılışı:
Kıyılmış mantarları sıvı yağda biraz kavurup üzerine 1 litre su ekleyip, kaynamaya bırakıyoruz.
Ayrı bir tavada 3 kaşık unu tereyağ ve sıvı yağ karışımında kavuruyoruz.
Kavrulmuş unun üzerine  soğuk su yerine kaynar su ilave edip bir de hızlıca karıştırmazsanız, topaklardan kurtulmak için benim gibi blendır kullanmak zorunda kalıyorsunuz!! :) 


Sonrasında bu karışımı kaynamakta olan mantarlarla birleştirip tuzunu ekliyoruz. Kapatmaya yakın kremayı ekliyoruz ve kıyılmış yeşil soğan ve dereotu ile servis yapıyoruz.
Topaklanan un karışımına rağmen ekstra müdahale ile hem tadı hem de görüntüsü iyi bir çorba ortaya çıkarabilmiştim.



Fırın torbasında tavuk tarifine gelince....,  tabii ki vermeyeceğim :)
Tek bir püf noktası var, fırın poşetini fırına koymadan önce birkaç yerinden küçük delikler açmak.. Açmadığında ne mi oluyor? Balon gibi patlayıp aşağıdaki gibi oluyor ve doğal olarak pişmesi içi daha uzun süre bekleniyor :((


1 saat sonra öyle ya da böyle yemeklerim hazırlanmış ve sofram kurulmuştu. Buradan sonrası işin en zevkli tarafı tabii. Yemekler yenecek, kayda değer olanların blog için fotoğrafları çekilecek.. Peki ya mutfak??  O ne olacak?  Onu kim temizleyecek?


Cuma akşamı, haftanın yorgunluğu ile dağılmış bir anne, aksaklıklarla dolu bir yemek pişirme serüveni ve viran bir mutfaktan daha kötü ne olabilir dersiniz?
Hazırladığım yemekleri yiyemeden, minik oğluşumun akşam yemeğini pas geçip, koltukta derin uykuya dalmış olması !!! 

Tatlı rüyalar bi'tanem... :(((

1 Nisan 2015 Çarşamba

Sade Poğaça Tadında Bir Hayat


Farkında mısınız, ne kadar fazla mesaj var etrafımızda sadeleşmeye yönelik? Ne kadar fazla sinyal alıyoruz çeşitli kaynaklardan, sadeleşin, azalın, rahatlayın diye..
Bir arkadaşımın önerisi ile buna dair bir kitap almıştım Yiğitin 2 yaş krizi döneminde, “Daha Sade Bir Hayat” Yazarları Kim John Payne ve Lisa M.Ross. Zevkle okudum, o dönemde büyük oranda uyguladım..Temelinde çocuğun hayatını yavaşlatmaya, etrafındaki uyaranları azaltmaya yönelik ipuçları veriyordu. Aslında en kolayı çocuğun odasından başlamak, odası ve oyuncaklarını sadeleştirmek. Ona yetecek birkaç parça gelişimine ve duygularına uygun oyuncak o kadar yeterli ki, fazlası hem çocuğu hem de ebeveyni yoruyor ve strese sokuyor.. Tabi bu oyuncak elemesini onun haberi olmadan yapmak daha kolay oluyor. Belirli zamanlarda kenara ayırdığınız oyuncakları dönüşümlü olarak çocuğa verdiğinizde, inanın oyuncakları daha kıymetli oluyor :) Bir diğer konu, onu kendi günlük yoğun temponuza uydurmaya çalışmaktansa sizin olabildiğince ona uyması...  En azından onunla geçirilen zamanlarda hızınızı ve uyaranları TV, reklamlar , telefon vb azaltın. Beslenme düzeninde bile sadeleşmeye gidebiliyorsunuz. Düzenli ve öngörülebilir öğünler hazırlayarak hem siz yıpranmıyorsunuz hem de çocuğu yormuyorsunuz. Hele ki bu kadar düzenli giden sisteme arada sürpriz dışarı yemekleri koyduğunuzda çocuğunuza tam bir sürpriz yaşatabiliyorsunuz. Son olarak, gününüzü planladığınız ve onun beklediği doğrultuda yaşamaya özen gösterin. Sizin sebep olduğunuz hayal kırıklıkları, onların üzerinde büyük bir stres yükü olabiliyor... Çalışan bir anne olarak bu son cümle hep içimi acıtır :(((

Ben bu yeni bilgininin heyecanını yaşarken, aslında etrafta sadeliğe yönelten ne kadar çok mesaj olduğunu gördüm; mimaride, ekonomide, sosyal yaşamda farklı fikir liderleri tarafından söylenen aynı sözler... En dikkat çekicilerinden biri, aslında çok yeni olmasa da son zamanlarda yine medyada yer bulan Dave Bruno’nun “100 Thing Challenge” (100 Eşya ile yaşamak) akımı. Fazlalıklardan kurtulun, yeni fazlalıklardan kaçının ve yaşam önceliklerinizi tekrar gözden geçirerek değişikliğe gidin. Benim dilimde, alışverişi azaltın, yeni şeyler almayı reddedin, sadeleşin...
Her haftasonu “büyük, çok büyük” hediye bekentisi olan bir çocuk hayal edin. Oyuncakçıda, kutu ne kadar büyükse, ne sıklıkla oyuncak sahibi oluyorsa o kadar mutlu olan ya da öyle olduğunu sanan ve her geçen gün doyumsuzlaşan?  Bu yeni büyük  oyuncak yerine, hep birlikte yeni bir oyun yaratmak, çiçek ekmek, bahçe sulamak, takip edebileceği ve eğlenebileceği sorumluluklar vermek,  AVM’lerde zaman öldürmek ve oyuncakçılara direkt maruz kalmaktansa biraz daha doğayla iç içe olabilmek... Biraz daha onunla birlikte olabilmek.. Ona tekdüze ve sakin bir huzur vermek? 

Bu kadar yazdım anlattım ama atalarımız bu olayı çoktan bitirmiş zaten  “Azıcık aşım kaygısız başım” lafı ile.. Bizse tatmin olmayıp global yeni referanslar peşinde koşuyoruz. Sadeleşelim derken acaba yine mi karışıyoruz?  :)


Editörün Notu:)
Neredeyse unutuyordum, peki neden bu yazının başlığı "sade poğaça tadında hayat"?
Geçen gün  Yiğitle kahvaltı için poğaça almaya gittik. Oğluma sordum büyük bir telaşla neyli istiyorsun oğlum? Kıymalı, Otlu, Peynirli, Patatesli... diye sayarken ben,  ne dedi benim kuzum biliyor musunuz?
-Sadesiz istiyorum ben anne...!!??